30 Temmuz 2011 Cumartesi

Şehriyar-Tersa Balasi (Kendi Sesinden)

27 Şubat 2011 Pazar

Ahvalim budur













Karışığım yine,
buruşuk çehrem,
ağzımda tat yok sanki,
gözlerimde fersizmiş; öyle dediler
içimde çok aşina olduğum, ama istemediğim bir hal var.
Adım atmaktansa ölmeyi düşleyen,
kötü huylu tümör gibi,
Yaşamak zul sanki.
Bu halden beni bir okkalı yumruk çıkarır mı? bilmem..
Ne enteresan karakterim ki; heyecan bile beni kötü ediyor.
Rabbim sonumu hayr'eyleye....

26 Şubat 2011 Cumartesi

Vaktidir İstanbul




Vaktidir şehri İstanbul'un artık.
Vapurla Üsküdar'a geçmenin,
martılara simit atmanın,
kız kulesini seyretmenin,
bayat olsada sandalda balık yemenin,
Beşiktaş'ta çay içmenin ve her seferinde gözleri ufka dikip
"Ey şehri İstanbul n'olacak seninle benim kavgam"demenin,
İstiklal'de rotasız bir gemi gibi gezinmenin,
Galata kulesine bakıp,
"Abi burdan taa Üsküdar'a uçmuş yaa! "demenin,
Her seferinde vazgeçmenin sonra yeniden bağlanmanın kopmamışçasına,
Hani demiş ya bir aşık istanbula;
"Ey umutların hayalle birleştiği şehir güzel bir kadın gibisin, seni sevsem demir parmaklıklardayım aşkının, seni terketsem çöllerdeyim Mecnun misali, ne seni sevmeme izin veriyosun, ne de senden vazgeçmeme, beni süründürüyosun, olsun seninleyim ya; herşeye değer kölen olurum,paryan olurum hatta kıtmirin olurum vazgeçmem senden"


17 Şubat 2011 Perşembe

Kolektif İstanbul&Şenol Filiz - Bavna



14.02.2011 CRR'deki konserden bir bölüm

11 Şubat 2011 Cuma

Gölge etme başka ihsan istemem...












Bir fıçıya su da konabilir şarap da. Zeytinyağı da konabilir, sirke de. Peki bir insan fıçıyı ev edinebilir mi? Evet Diyojen, darphanede büyüyen çocuk bir fıçıyı ev edindi kendine. Yalnız ev mi, bir kürsü aynı zamanda!
Nesneler: Para, değnek, torba, fıçı, fener, maşrapa.

Yerler: Sinop ve Atina.

Kahramanlar: Dilenci ve ötekiler.

Tarih: Milattan önce 412.

Altın ve gümüşün topraktan soyunup insanların kesesine girebilmesi için cevherin eritilip kalıplara dökülmesi, alevden ruhunu teslim ederken işlemeli bir elbise giymesi gerekiyor. Para, tedavüle girmeden önce darphanenin karanlık odalarını tuhaf bir ışıkla aydınlatırken, zamanla insanların ellerinde kaybedeceği parıltıyı bir başka yere, insanların gözlerine taşıyacağı ânı hayal ediyor.

Darphane sorumlusu oğluyla paraları sayarken sık sık zihinleri dağılıyordu. Rakamı hatırlayamayınca yeniden saymaya başlıyorlar; bir, iki, üç, dört, beş derken yine kendilerini tabiatın kucağında buluyorlardı. Güneşin parlaklığı altın, suyun sesi gümüş parada yoktu. Baba oğluna daha çok para kazanmaktan söz etmiyor, oğul saydıkları paranın neden kendilerinin olmadığını babaya sormuyordu. Yine de feleğin çarkı döndü ve dünyaya metelik vermeyen bu iki adamı bir gün kıskançlığın alçak fırınına sürdü. Sahte para bastıkları suçlamasıyla yaşadıkları şehirden uzak bir kente sürüldü baba oğul. Kalplerine asla sokmadıkları para yüzünden paranın hükümran olduğu bir başka kentte soluk alıp verdiler. Ya da solukları kesildi. Baba öldü. Oğul köle olarak satıldı. Diyojen kendisi için bir elden bir başka ele geçen altınlara bakarken gülümsüyordu. Bilgi de zihinden zihne aktarılabilirdi. Yeni evine varır varmaz mesleğinin insanları eğitmek olduğunu söyleyerek efendisinin çocuklarına ders vermek istedi. Aslında efendisine söylemediği bir şey vardı. O piyasayı sahte paralardan temizlemek istiyor, görevini "paranın üzerini kazımak" olarak tanımlıyordu. Bu yüzden bir an önce zincirlerini kırıp, toplumdaki yapaylıklara meydan okumalı, sahte paraların üzerindeki yaldızı dökerek insanlara değer verdikleri şeylerin hakikatini göstermeliydi.

Bir dilenci yapabilirdi bunu. Zincirlerinden soyunup yeni bir libas giyen tuhaf bir dilenci... Yeni libas çuldu, değnekti ve torba. Yeni azık incir, zeytin, kara ekmek ve lahanaydı. Yeni kapı filozof Anthistenes'in kapısıydı. Yeni idolü köpeklerdi. Yeni yaşam biçiminin temel ilkesi "yeterlilik"ti. Kişi mutluluk için gerekli her şeyi kendi içinde taşıyabilmeli, kimseden bir şey istememeliydi. Zaman zaman heykellere dilenir gibi el açıyor, nedeni sorulduğunda "Retlere alışmak için böyle yapıyorum!" diyordu. İkinci olarak "utanmazlık" zırhını giyerek zararsız gördüğü kimi eylemlerin üzerinden toplumsal baskıyı kaldırabilmeliydi. Doğrusu bu noktada ölçüyü kaçırmış, Eflatun'un "Hezeyan halindeki Sokrates!" tanımlamasına muhatap olmuştu. Üçüncü ilkesi "sözünü sakınmazlık"tı bu Kynik filozofun. Yozluğu ve kibri bu silahla yenerek insanları yenilenmeye çağırabileceğini düşünüyordu. Ahlaksız bir adamın ev kapısının üzerindeki "Fenalık adına hiçbir şey bu kapıdan girmesin!" kitabesini okuyunca, "O halde ev sahibi nereden girsin!" demiş, bir gün girdiği hamamın suyunun pis olduğunu görüp, "Burada yıkandıktan sonra nereye gidip temizlenmeli!" diye feryat etmiştir. Diyojen'in dördüncü ve son ilkesine göre ise ahlaki olgunlaşma ancak metotlu bir eğitimle gerçekleşebilirdi. Bu yüzden o, hayatın bütün görüntülerini bir açık hava dershanesinin araç ve gereçleri haline getirmenin yolunu arıyor, yeterince olgunlaşıp beceri kazanamayanları hicvetmek için, oklarını hedefe isabet ettiremeyen bir adamı görüp hedef tahtasının önüne oturuyor ve şöyle diyordu: "Hiç olmazsa şimdi başıma bir kaza gelmez!"

Bir fıçıya su da konabilir şarap da. Zeytinyağı da konabilir, sirke de. Peki bir insan fıçıyı ev edinebilir mi? Evet Diyojen, darphanede büyüyen çocuk bir fıçıyı ev edindi kendine. Yalnız ev mi, bir kürsü aynı zamanda! Atina sokaklarında yuvarlıyor evini ve sonra üzerine çıkıp sesleniyor zenginlere, keskin sirkeden daha keskin sözleriyle. Yargıçları kararları üzerinde yeniden düşünmeye çağırıyor. Erkekleri kadınsı hallerden kurtulup erkek, rahipleri riyadan kurtulup samimi olmaya çağırıyor. Halkı batıl inançlardan, askerleri zulümden soğutmaya çalışıyor. Sözünü kimseden sakınmıyor. Bir dilenciye kim ne yapabilir! Kim elinde fenerle güpegündüz Atina sokaklarında dolaşan bu meczuba hesap sorabilir! Kimse! Sadece sorabilirler: "Neden gündüzleyin fener!" Duymak için adam olmadıklarını. "BİR ADAM ARIYORUM!" sözüyle.

Diyojen yalın hayatıyla kısıtlı koşullarda bile mutlu ve bağımsız olunabileceğini göstermek istiyordu insanlara. Yoksa bir fıçıda yaşamayı teklif ediyor değildi başkalarına. "Hayatımda ne fazla ve ne eksik?" sorusunu sordurtmaktı maksadı. Sırf bu yüzden avucuyla su içen bir çocuk görüp maşrapasını kırdı! Ve yükseltti sesini binlerce yıl öteden duyulsun diye: "Bu çocuk bana hâlâ fazla eşya taşıdığımı öğretti!" Bu öyle bir tabloydu ki ünlü ressam Poussin "Diyojen Kâsesini Atarken!" adını verip bu yoksulluğu zengin bir peyzajla insanlığa duyurdu.

GÜNEŞİMİN ÖNÜNDEN ÇEKİL! Bu azarı bir imparator duydu. Büyük İskender deniyordu ona. Diyojen'in şöhretini duymuş, şanını bu şöhretin yanına taşıyarak halka hoş görünmeyi ummuştu. Bir yanda Makedonya kralının parlak alayı, öbür yanda paçavralar içinde güneşlenen Diyojen... Biri yücelterek, diğeri aşağılayarak dünyayı kendine dar gören iki adam! İmparator ihsanda bulunmak istiyor: "Ne dilersen, yapayım!" Diyojen üzerine düşen gölgenin İmparator'a değil dünyaya ait olduğunu hissediyor ve elinin tersiyle itiyor bu gölgeyi: "Gölge etme başka ihsan istemem!" 




Diyojen ile İskender'in hikâyesi


Diyojen İskender'e ayağa kalkmadı. Hiç istifini bozmadı. Binlerce insan: "İskender geliyor," diye kırılıp geçiyorken o, yerinden kımıldamadı bile.
-Sen ne yapıyorsun, gelenin kim olduğunu bilmiyor musun, diye onu tartakladılar.
İskender:
-Durun, dokunmayın!...

-Görmüyor musun, İskender geliyor, diye insanlar yerlere yatıp kalkıyorlar! Sen yoksa İskender'i tanımıyor musun? dedi.
Diyojen:
-Tanıyorum. İyi tanıyorum ve sizi iyi biliyorum, diye cevap verdi.
İskender:
-O halde söyle kimim, ben?
Diyojen:
-Bendemin bendesisin (Esirimin esirisin), dedi.
İskender sarsıldı. Yerinde duramadı ve atından indi.
-Nedemek bu? dedi.
Diyojen:
-Sen, toprak için insan öldürüyorsun. Dünya benim esirim, kölem. Sen de benim köleme köle olmuşsun. Kim kime ayağa kalkacak? dedi.
İskender bunu kabullendi. Diyojen'in büyük bir filozof olduğunu anladı ve dedi ki:
-Dile benden ne dilersen.
Diyojen:

-Gölge etme başka ihsan istemem.

6 Şubat 2011 Pazar

Niyazi Sayın-Segah Taksim



Niyazi Sayın tarafından 1975 yılında yapılmış Segah makamında ney taksimi

26 Ocak 2011 Çarşamba

Mesnevi'nin ilk 18 beyti

     
                                                             
                                    بشنو اين نى چون حكايت مى‏كند
             از جدايى‏ها شكايت مى‏كند       

Bişnev in ney çün hikâyet mîküned
Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned

Dinle, bu ney neler hikâyet eder,
ayrılıklardan nasıl şikâyet eder.

                                                                                                                  كز نيستان تا مرا ببريده‏اند
در نفيرم مرد و زن ناليده‏اند

Kez neyistân tâ merâ bübrîdeend
Ez nefîrem merd ü  zen nâlîdeend

Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryâdımdan
erkek ve kadın müteessir olmakta ve inlemektedir.
سينه خواهم شرحه شرحه از فراق
 تا بگويم شرح درد اشتياق‏
Sîne hâhem şerha şerha ez firâk
Tâ bigûyem şerh-i derd-i iştiyâk

İştiyâk derdini şerhedebilmem için,
ayrılık acılarıyle şerha şerhâ olmuş bir kalb isterim.

هر كسى كاو دور ماند از اصل خويش
باز جويد روزگار وصل خويش
Herkesî kû dûr mand ez asl-ı hiş
Bâz cûyed rûzgâr-ı vasl-ı hîş

Aslından vatanından uzaklaşmış olan kimse,
orada geçirmiş olduğu zamanı tekrar arar.

من به هر جمعيتى نالان شدم
جفت بد حالان و خوش حالان شدم
Men beher cem’iyyetî nâlân şüdem
Cüft-i bedhâlân ü hoşhâlân şüdem

Ben her cemiyette, her mecliste inledim durdum. Bedhâl (kötü huylu)
 olanlarla da, hoşhâl (iyi huylu) olanlarla da düşüp kalktım.

هر كسى از ظن خود شد يار من
از درون من نجست اسرار من
Herkesî ez zann-i hod şüd yâr-i men
Vez derûn-i men necüst esrâr-i men

 Herkes kendi anlayışına göre benim yârim oldu.
İçimdeki esrârı araştırmadı.

سر من از ناله‏ى من دور نيست
 ليك چشم و گوش را آن نور نيست
Sırr-ı men ez nâle-i men dûr nist
Lîk çeşm-i gûşrâ an nûr nîst

Benim sırrım feryâdımdan uzak değildir. Lâkin her gözde onu
görecek nûr, her kulakda onu işitecek kudret yoktur.

تن ز جان و جان ز تن مستور نيست
ليك كس را ديد جان دستور نيست
Ten zi cân ü cân zi ten mestûr nîst
Lîk kes râ dîd-i cân destûr nîst

Beden ruhdan, ruh bedenden gizli değildir.
Lâkin herkesin rûhu görmesine ruhsat yoktur.

آتش است اين بانگ ناى و نيست باد
هر كه اين آتش ندارد نيست باد

Âteşest în bang-i nây ü nîst bâd
Her ki în âteş nedâred nîst bâd

Şu neyin sesi âteşdir; havâ değildir.
Her kimde bu âteş yoksa, o kimse yok olsun.

آتش عشق است كاندر نى فتاد
 جوشش عشق است كاندر مى‏فتاد

Âteş-i ıskest ke’nder ney fütâd
Cûşiş-i ışkest ke’nder mey fütâd

Neydeki âteş ile meydeki kabarış,
hep aşk eseridir.

نى حريف هر كه از يارى بريد
پرده‏هايش پرده‏هاى ما دريد

Ney harîf-i herki ez yârî bürîd
Perdehâyeş perdehây-i mâ dirîd

Ney, yârinden ayrılmış olanın arkadaşıdır. Onun makam perdeleri,
bizim nûrânî ve zulmânî perdelerimizi -yânî, vuslata mânî olan perdelerimizi- yırtmıştır.

همچو نى زهرى و ترياقى كه ديد
همچو نى دمساز و مشتاقى كه ديد

Hem çü ney zehrî vü tiryâkî ki dîd
Hem çü ney dem sâz ü müştâkî ki dîd

Ney gibi hem zehir, hem panzehir;
hem demsâz, hem müştâk bir şeyi kim görmüştür

نى حديث راه پر خون مى‏كند
 قصه‏هاى عشق مجنون مى‏كند

Ney hadîs-i râh-i pür mîküned
Kıssahây-i ışk-ı mecnûn mîküned

Ney, kanlı bir yoldan bahseder,
Mecnûnâne aşkları hikâye eder.
محرم اين هوش جز بى‏هوش نيست
مر زبان را مشترى جز گوش نيست‏

Mahrem-î în hûş cüz bîhûş nist
Mer zebânrâ müşterî cüz gûş nîst

Dile kulakdan başka müşteri olmadığı gibi, mâneviyâtı idrâk 
etmeye de bîhûş olandan başka mahrem yoktur

در غم ما روزها بى‏گاه شد
روزها با سوزها همراه شد

Der gam-î mâ rûzhâ bîgâh şüd
Rûzhâ bâ sûzhâ hemrâh şüd

Gamlı geçen günlerimiz uzadı ve sona ermesi gecikti. O günler, mahrûmiyyetten ve
ayrılıktan hâssıl olan ateşlerle arkadaş oldu –yânî, ateşlerle, yanmalarla geçti - .

روزها گر رفت گو رو باك نيست
تو بمان اى آن كه چون تو پاك نيست
Rûzhâ ger reft gû rev bâk nîst
Tû bimân ey ânki çün tû pâk nist

Günler geçip gittiyse varsın geçsin.
Ey pâk ve mübârek olan insân-ı kâmil; hemen sen vâr ol!..

هر كه جز ماهى ز آبش سير شد
هر كه بى‏روزى است روزش دير شد

Herki cüz mâhî zi âbeş sîr şüd
Herki bîrûzîst rûzeş dîr şüd

Balıktan başkası onun suyuna kandı.
Nasibsiz olanın da rızkı gecikti.

درنيابد حال پخته هيچ خام
 پس سخن كوتاه بايد و السلام
Der neyâbed hâl-i puhte hîç hâm
Pes sühan kûtâh bâyed vesselâm

Ham ervâh olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar. 
O halde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.